Yorulduk…
Ama öyle sabah akşam çalışmaktan değil.
Asıl yorgunluk, bir tutam vefa ararken yüreğimizde oluşan sızıdan geliyor. Herkesin bir yerlere yetişmeye çalıştığı, herkesin sadece kendi derdine düştüğü bir zamanda biz hâlâ kalp kırmamaya çabalıyoruz. Hâlâ iyi kalalım, hâlâ içten sevelim, hâlâ vefayı elden bırakmayalım diye uğraşıyoruz. Ve evet, bunun yorgunluğu ağır…
Çok severek başlıyoruz her şeye. İnsanlara, dostluklara, hayallere... Ama sonra fark ediyoruz ki haddimizi aşıyoruz. Bizim kalbimiz büyük, ama zaman küçük. Biz sevgiyi özenle büyütüyoruz, karşılık beklemeden veriyoruz. Sonra bakıyoruz, bizim sevdiğimiz gibi seven kalmamış.
Bir selamı eksik gören vefasızlar yordu bizi…
Ama en çok da elinden tuttuklarımızın vefasızlığı.
Ayağa kalksınlar, yürüsünler diye kendi adımlarımızı bile yarım bıraktık zaman zaman.
Ama yürüyüp gittiler, geriye bir bakmadan…
İşte o bakılmayan geri, en çok orası acıttı içimizi.
Belki biz yanlış zamanın insanlarıyız. Belki de bu zaman, bizim gibi insanların varlığına alışık değil. İnsanlık, hızlı yaşayıp hızla tüketiyor her şeyi. Vefa, sadakat, içtenlik... Bu değerler tozlu raflara kaldırılmış sanki. Göz göze bakmak yerine ekranlara, kalpten gelen sözler yerine hazır mesajlara meyilliyiz.
İçimizde büyüttüğümüz sevgiye, gösterdiğimiz emeğe karşılık beklemek değil derdimiz. Ama bir selamı eksik gören, bir hatırlanmamayı dert eden bu kalp, elbette yoruluyor. Çünkü hâlâ eski zamanların saflığında yaşıyoruz bazı duyguları. Belki de sorun burada başlıyor.
Ve geceye dökülüyor söz…
Çünkü gece, en iyi bilir içe atılanları.
Gece, sustuklarımızın dili olur bazen.
Biz de içimizde biriken yorgunluğu ona emanet ederiz sessizce.
Bu yüzden belki de kabullenmek gerekiyor artık:
Biz bu zaman için fazla inceyiz.
Fazla derin, fazla sabırlı, fazla içten…
Ama eksik değiliz. Sadece bu zamana fazlayız.