Dünya yeni bir yıla girdi. Öyle kırmızı elbiseli adamların göbeklerini hoplata hoplata, takma sakallarla etrafta dolaştığı, sırf görsellik olsun diye çam ağaçlarına kıyıldığı, kandırılmış çocukların çatılardan hediye beklediği bir yılı kastetmiyorum.
Dinini yaşayabilmek adına doğduğu topraklardan kalbi kırık ayrılan ama oraya sekiz yıl sonra muazzam bir komutan olarak dönen bir çift ayağın yazdığı tarihten bahsediyorum.
Görünüşte kaçış gibi dursa da Medine İslam Devleti’nin temellerinin atıldığı yolculuktan bahsediyorum.
Ebu Bekir (ra) olmanın hakkının verildiği, küçücük mağaranın Allah’ın yardımıyla güvenli bir mekâna dönüştüğü, düşmanın kendi gördüğüne aldanıp geri döndüğü o muhteşem organizeden bahsediyorum. Hani zihinlerimizde örümceğin, sırf peygamberi korudu diye kutsal bir varlığa dönüştüğü o ilahi plandan.
Ayrılışların kavuşmaları doğurduğunu, gidişlerin aslında yenilgi olmadığını ve daha güçlü dönmek adına bazen gitmek gerektiğini anlatan o yolculuktan bahsediyorum.
Sadece O (sav) değil, her giden geride neyi var nesi yoksa bırakarak gitti. Dünya namına ne varsa ağırlık olarak geride kaldı. Sıfırdan başladı her kişi. Bu yüzden daha sağlam oldu başlangıçlar.
Medine’nin hakkıyla ev sahibi olabilmesi inin gelenin arınmış, salt kendi olarak gelmesi gerekirdi. Böylece Medine pür cömert yönünü ortaya çıkarabildi.
Sahi neydi hicret? Sadece bir yolculuk mu? Mekke’de inancı sebebiyle eziyet gören son kişi de Medine’ye vardığında son mu buldu yolculuk? Bu kadar sade bir şey midir hicret?
Hz. Ömer zamanında hicri takvimin başlangıcı kabul edilen Hicret ne zamanla sınırlıdır ne mekânla.
O bir kaçış değil bir terk ediştir.
Yeni bir başlangıç için eskiyi bırakabilmektir.
Dünyanın bağlarından kopup ilahi olana yönelmektir,
Tıpkı tövbe gibi eskinin üzerine çizgi çekebilmektir.
Ağların sarmaşık gibi bizi sardığı, renkli ekranların açık hapishanelere dönüştüğü, avuçlarımızda tuttuklarımızın bizi yönettiği, tarzımızın şarjımıza bağlandığı, adamlığın takipçi sayısına indirgendiği, fikirlerin ölü ya da prematüre doğduğu, zevklerin “KRALSIN” diyerek abartıldığı bu çağda hicret etmek cesaret ister.
Alışkanlığın verdiği yapay huzur varken kim çıkar bilinmedik yola? Üstelik sebat garanti de değil.
Hem şimdi kim çekecek o kadar sorgulayışı, efendim “Şurada hata mı yaptım burada hata mı yaptım?” yoklamasını. “Bugün ölsem varışım neresi olur?” -ki yürek ister bu soruyu sormak- Amaaannn, işime bakarım ben. Üç günlük dünyada ye, iç, gez, toz...
Eee, nerede kaldı hicret? Takvim yapraklarında mı? 1447 yıl öncesinde mi? Mekke Medine arasındaki çölde mi? Örümceğin ağ ördüğü, kuşların yuva yaptığı mağarada mı? Terk ediş felsefesinde mi? Yoksa birbirimize attığımız “Hicri Yeni Yılınız Kutlu Olsun” tebrikinde mi?
Sahi neydi hicret?
Bilen var mı?