Yazdan kalma bir sonbahar gününde yola çıkmıştık, kendi köyümüzden, tayinimin çıktığı yere varmamız yedi sekiz saatimizi almıştı. Akşam karanlığında önceden anlaştığımız köylülerimiz bizi alırken derme çatma terminal denilen yerden, soğuk rüzgârlar eşliğinde dolu yağmaya başlamıştı; ilk karşılayışı böyle olmuştu Ardahan’ın.
Tayinimin çıktığını öğrendiğimde çok sevinmiştim,
Sarı zarf gelmişti köye, bu zarf nereye atandığını bildiriyordu aynı zamanda. Hemen arkasını çevirip bakmıştım hiç unutmuyorum, üzerinde Ardahan yazıyordu. Sevincimin kısa süreli hüzne dönüştüğünü hatırlıyorum, evde de herkes bir anda susmuştu; çünkü Ardahan hiç bilmediğimiz doğuda bir şehirdi, soguktu ve ben her zaman çok üşüyordum; çoğu zaman iliklerime kadar üşüyerek liseyi bitirmiştim. bizim kışlarımız da kötüydü evet kış dediğin zaten soğuk olurdu ama bir de beterin beteri vardı ya işte Ardahan bizim için tam da öyle bir yerdi.
Birkaç güne hazırlığımızı bitirip küçük bir valizle yola çıkmıştık babamla . Babamın gözlerinde hem bir gurur hem de bir hüzün vardı. Hayatı boyunca duygularını belli etmeden yaşamıştı ama artık bazı şeyleri anlayabilecek yaştaydık. Mezun olduğum ilk yıl atandığım ve kendi ayaklarımın üzerinde duracağım için çok mutlu ve gururlu ama beni gurbet ellerde yalnız bırakıp geri döneceği için de aynı şekilde hüzünlüydü.
Üniversiteyi trabzon’da okumuştum o yüzden orası yakındı nasıl gurbet şimdi başlayacaktı.
Karadeniz ikliminden , denizin kıyısından iç kesimlere yol alırken, öylece dışarıyı seyredip durmuştu. Ben de aynı pozisyondaydım, yol boyunca neredeyse hiç konuşmamıştık. Belki de aynı şeyleri düşünüyorduk, ilk görev yerim ılıman ve ulaşılması daha kolay bir yer olabilirdi; birbirimize belli etmesek de aslında ikimiz de hayal kırıklığı yaşıyorduk. Tek tesellimiz ise, ilk kez gideceğimiz yerde köyümüzden, benim olmasa bile ailemin tanıdığı birkaç ailenin olmasıydı.
Rüzgârların uğultusu eşliğinde gökten inen dolu tanelerinden kaçarcasına yanımıza gelen tanıdıklarımızın arabasına binip evlerine gitmiştik.
Ertesi gün biraz etrafı gezmiş tanımaya çalışmıştık. Öğrenciyken memur olduğum zaman kaloriferli bir dairede oturmanın hayalini kurmuştum hep, çünkü çocukluğumdan beri hep sobayla uğraşmıştım; görev yerimi gördüğüm zaman dudaklarımda bir tebessüm belirmişti, çünkü sadece birkaç bina vardı kaloriferli, onlar da devlet dairesiydi sanırım.
Merkezdeki bir okula depo tayin olarak atanmış, asıl görev yerimizi bekliyorduk. O okuldan asıl görev yerlerimize atanacaktık. Gideceğimiz yer belliydi aslında ama köyün okulu henüz bitirilememişti.
Aradan bir hafta geçmişti, babamın artık dönmesi gerekiyordu çünkü güz mevsimiydi köyde ot biçme zamanıydı, köy işleri babamı bekliyordu, anneme yardımcı olmalıydı ki, bir an önce çalıştığı iş yerine geri dönebilsindi. Zaten misafir olarak kaldığımız için yük oluyoruz diye kendini çok geriyordu babam; ayrıca yüksek rakım onu çok etkilemişti, hemen gemen her gün burnu kanıyordu.
Gitme vakti gelince yanına çağırdı beni babam; gözünde, yüzüne de yansıyan bir hüzün vardı, o hüzün sesine de yansımıştı. “Ben gidiyorum kızım, gitmem lazım, daha fazla burada kalamam; gel beraber dönelim, seni burada bırakmaya gönlüm razı olmuyor, burası sana göre değil”
Boşluğa bakarak kurmuştu babam bu cümleleri, çünkü yüzüme bakınca hüznünü farkedeceğimi ve üzüleceğimi biliyordu.
Onun içinin rahat olması, kuracağım cümlelerde ve duruşumda gizli olacaktı biliyordum. Kendimi topladım ve gayet soğukkanlı bir şekilde: “ Sen git baba, ben kalacağım, onca çile çektik okuyabilmem için, şimdi meyvesini toplama zamanı, nasıl ve niye vazgeçeyim ki? Evet bize göre biraz soğuk ama burada çok farklı yerlerden gelen insanlar var, onlar alışmışlarsa pekala ben de alışırım, gözün arkada kalmasın, her şey yoluna glrecek merak etme”
Babam söylediklerimi büyük bir dikkat ve özenle dinlemiş tamam anlamında hafifçe kafasını sallamıştı. Birlikte minibüse bineceği minik terminale kadar yürümüştük. Küçüklüğümüzde çalışmak için gurbete giderken yaptığı gibi eğilmiş ve gözlerimden öpmüştü. Arabaya bindikten sonra arkasına hiç bakmamıştı; çünkü arkasına baksaydı gözpınarları çağlamaya başlayan ciğerparesini görecekti.
Ardahan‘a gittikten yaklaşık iki hafta sonra okulumuz açılmış ve hayalini kurduğum öğrencilerime derslerime kavuşmuştum.
Zor bir zamanda göreve başlamıştım, siyasi açıdan Türkiye çalkantılı bir döneme girmişti. Öğretmenlik hevesim ve okuma sevdam yaklaşık bir yıl sonra kursağıma takılmaya başlamıştı, 28 Şubat süreci olarak bildiğimiz döneme girmiştik. Ülkesine ve milletine hizmet edecek vatan ve millet sevgisi ile dolu nesiller yetiştirme idealinde iken, ailemin maddi açıdan rahatlaması için uğraş verirken,
hiç hesapta olmayan başka şeylerle uğraşmaya başlamıştık, “ başörtüsü” adında ilk kez karşılaşıcağım bir sorunum başlamıştı.
O dönemi, yaşadıklarımı zaten kitabımda anlattım; her biri ruhumda derin izler bırakan pek çok şey yaşadım 12.09.1995’ten bu yana.
Hayat geçip gidiyor en nihayetinde 30. yılımda geriye baktığım zaman; türlü türlü haksızlıklar, adaletsizlikler, çifte standartların ortasında; dürüst, adaletli, faziletli, erdemli ve başarılı nesiller yetiştirme gayretim pırıl pırıl gönüllerine dokunup, onların geleceklerinin şekillenmesi için uğraşmaktan hiç vazgeçmemiş olmanın gururunu ve derin mutluluğunu yaşıyorum.
Beni gerçekten tanıyan, anlayan ve hayatımı kolaylaştırmak için uğraşanlara çok çok teşekkür ediyorum; onlara ömrüm boyunca minnettar kalacağım.
Ama diğer kesim için ise, bu dünyanın bir de ötesi var diyorum, başkaca da bir şey deme gereği duymuyorum.
Bu mesleği gönlüyle icra eden bütün meslektaşlarımın günlerini bir kez daha kutluyorum.